Osmanlı Devleti ve Doğu Türkistan

Görsel

Sultan Abdülaziz zamanında Doğu Türkistan’a yapılan savaş yardımının gerçek hikâyesidir.
Doğu Türkistan’dan gelen Yakup Han’ın elçisi, namesini Sultan’a sundu ve Çin zulmü altındaki halkının içler acısı durumunu anlatarak Padişah’ın engin kanatları altına sığınma dileğini dile getirdi

Elçi tarafından örneklerle sunulan Doğu Türkistan halkının vahim durumu, Abdülaziz’in ince ruhunda derin akislerle yankılandı. Her ne kadar sıkıntılar içinde de olsa, dünyada nerede bir mazlum varsa Osmanlı’nın eli oradaydı. Osmanlı’nın, Afrika’daki Batı sömürgelerine uzanan yardım eli, kendi dindaşlarına uzanmazsa olur muydu hiç?

Yakup Han’ın elçisi, ülkesine donanımlı bir Osmanlı gemisi ve donanımlı bir savaş timiyle İstanbul’dan mutlu bir şekilde ayrıldı. Hindistan’ın Bombay şehrine varan gemi, yükünü burada boşalttı. Heyet, uzun bir kara yolculuğundan sonra Kaşgar’a vardı. Türk heyetinin şehre varmasıyla şehirde bir anda bayram havası esmeye başlamıştı. Yakup Han, Osmanlı heyetini yüz pare top atışıyla selamlarken, halk da Osmanlı heyetini gözyaşları arasında karşıladı.

Kafilenin başında bulunan Yüzbaşı Ali Kâzım; etrafındaki dağlarda kimi yeşil, kimi sarı, hatta kimi kırmızı yeşim taşları bulunan bu gizemli Kaşgar şehrini tanımaya koyuldu. Burası herhangi bir Anadolu şehrinden farklı değildi. Hatta daha gizemli, daha sihirli, üstü açılmamış bir hazine gibi duruyordu.
Doğu Türkistan’a gönderilen Türk bayrağı geciktirilmeden Kaşgar semalarında dalgalanmaya, Kaşgar camilerindeki hutbeler Osmanlı Padişah’ı adına okunmaya başlandı.

Yüzbaşı Ali Kâzım, Kaşgar’da kısa zamanda bir topçu taburu kurdu. Kendi kurduğu birliğe de Nizam-ı Cedid adını verdi.

Ancak bu durum, Çinlilerin hoşuna gitmemişti. O günkü Çin ordusu bütün donanımıyla ve ezici çoğunluğuyla Doğu Türkistan’a saldırdı. Çinlilerle giriştikleri bağımsızlık mücadelesi sonucunda Osmanlı timi Çinlilere esir düştü. Uzak bir şehre götürüldüler. Yüzbaşı Ali Kâzım ve arkadaşları zindana atılıp zincire vuruldular. Günlerce işkence gördüler. Sırtlarında kamçı yarası olmayan bir deri parçası kalmamıştı. Tırnaklarına demirden iğneler sapladılar. Bu işkence faslı, tam otuz üç gün sürdü. Nihayet başta Yüzbaşı Ali Kâzım olmak üzere hepsinin idamına karar verildi.

Elleri ve ayakları zincirlenmiş olan Yüzbaşı Ali Kâzım, omuzlarına gömülen başını kaldırdı. Sırtını duvardan ayırdığında derisinin bir kısmının duvara yapışıp kaldığını hissetmedi bile. Dua makamına varacağı için kendisini toparlamaya çalışıyordu. Rabbi Rahimine duada bulunmaya başladı:

‘’Rabbim, dedi, Rabbim, Sen biliyorsun ki buraya gelişimizde Senin rızandan başka bir beklenti içinde değildik. Zalimin zulmünü durdurup, mazlumun gözyaşını dindirip Senin rızana kavuşmaktı niyetimiz. Senin bizim için göreceğin her duruma rızamız vardır. Yeter ki hakkımızda hayırlısı olsun. Şimdi senin merhametine her zamankinden muhtacız.’’

Başı öne düşüverdi. Daha fazla takati kalmamıştı.

O sabah görevine yeni atanan Vali, idamlık mahkûmları görmek için hapishanedeydi. Şehrin Valisi aslen doğu Türkistanlıydı. Ancak çocukluğundan bu yana Çinliler tarafından eğitilmişti.

Esirlerin idam edilişlerine Vali de eşlik edecekti. İnfaz öncesi esirlere son istekleri soruldu. Ali Kâzım kendisi ve arkadaşları için iki rekât namaz kılma isteğini belirtti. Namaz kılma istekleri kabul edilen askerler abdestliydiler. Ali Kâzım öne geçip imamlık yaptı. Diğer mahkûmlar onun arkasında saf tuttular.

Vali, mahkûmların yaptığı hareketleri dikkatle inceliyordu.

Mahkûmların namazı bittiğinde Vali, Ali Kâzım Bey’in yanına geldi. Gözleri yaşarmıştı. İkisinin duyacağı bir sesle ve aklında kalan Türkçesiyle:

— Bu işlediğiniz neçedir?

— Biz Müslümanların ibadetidir.

— Babam da böyle yapardı.

İdam, Vali tarafından ertelenmişti. Vali’nin içindeki Doğu Türkistan ruhu, yıllar sonra dirilmişti. Bir zaman sonra Ali Kâzım ve arkadaşları, İstanbul yolarındaydılar.

Ana konusu Mustafa Armağan’dan alınan bu hikâye hep gerçek oldu ve orada kalanlara zulüm hep devam etti.

Hâlâ da devam ediyor. Şu anda bizlere düşen, bütün mazlumlara olduğu gibi onlara da dua etmektir.

Arifhan AKPINAR / Haber 7 (Alıntıdır)

Doğu Türkistanlı bir çocuğun ramazan günlüğü….

Görsel

 

 

Benim adım Aziz Tursuncan. Doğu Türkistan’ın başkenti Urumçi’ye oldukça yakın olan Beşbalık’ta orta okula gidiyorum.

Bugün Ramazanmış. Gece vakti ne olduğunu anlayamadım ama babam yanıma gelerek birden beni yatağımdan kaldırdı.
– “Ne oldu baba?” diye sordum.
– “Bugün Ramazan’ın ilk günü. Müslümanlar oruç tutar. Oruç tutmak için ise sahura kalkarız. Bu sünnettir…” dedi.

Gece vakti yenilen yemeğin ismi sahurmuş. Babam elimden tuttu ve beni yemek için mutfağa doğru götürdü. Hayret! Acabâ niye ışıkları yakmamışlar? Elimi ışığı yakmak için uzatırken babam beni engelledi.

– “Yapma yavrum; Hıtaylar (Çinliler) sahura kalktığımızı görürse, bizi hapse atarlar.” dedi.
– “Ama onlara ne oluyor baba?” dedim.
– “Onlar kâfir oğlum! Bizi dinimizden soğutmak için ellerinden geleni yaparlar. Unutma ağabeyin, Barın Cihâdinda şehid edilmişti. Sana anlatmıştım. Hatırlamıyor musun?” dedi.

Evet… Hatırlıyordum. “Allah’in ismini yüceltmek için ağabeyin şehid oldu” demişti babam. Uygurların bağımsızlığı için…

Saat 06.00 olmuş. Annem beni yatağımdan kaldırdı.
– “Unutma oğlum. Bugün oruçlusun. Akşama kadar hiçbirşey yemeyecek ve içmeyeceksin. Söz mü?” dedi.
– “Söz…” dedim.

Annem beni okula bırakırken, sabahları Hıtay(Çinli) öğretmenlerin bizlere zorunlu olarak yaptırdıkları spor için herkes sıraya girmeye baslamıştı bile…

Sabah sporunu tamamladıktan sonra; sınıflara geçtik. Bu arada saat 07.00 olmuştu. Hıtay(Çinli) öğretmenimiz bize anlayamadığımızbâzı şekiller ile Hıtayca(Çince) öğretmeye çalışıyor ve Uygurca konuştuğumuz zaman bizi dövüyor. Hiç anlayamıyorum…

Vakit geçiyor ve öğlen tâtili yaklaşiyordu. Öğlen tatilinden önceki son teneffüste Hıtay(çinli) ögretmen beni yanına çağırdı. Çok güzel bir Uygurca ile;

– “Gel bakalım Tin Suan. (Bana verdikleri Hıtayca isimdi bu) Seninle biraz konuşalım. Annen, baban nasıl?” diye sordu…

Benimle böyle yakından ilgilenmesi çok hoşuma gitmişti. Gâliba artık dayak yemeyeceğim diye düşünüyordum.

– “Çok iyiler öğretmenim.” dedim.
– “Siz evde neler yapıyorsunuz çok merak ediyorum? Hadi bana dün akşamdan beri neler yaptığınızı ve vaktinizi nasıl geçirdiğinizi anlat bakalım.” dedi.

Öğretmenimin benimle ilgilenmesini kıskanan arkadaşlarım olduğunu bilerek keyifle cevap verdim;

– “Akşam babam geldi. Onunla oturduk akşam yemeği yedik. Televizyon seyrettik. Sonra da yattık.”
– “Bu kadar mı?” dedi.
– “Haaa, bir de gece kalkıp yemek yedik. Biz Müslümanız, oruç tutarmışız. O yüzdende gece yemek yemeliymişiz. Sonra akşama kadar hiçbirşey yememeliymişiz”dedim.

Öğretmenim birden ayağa kalktı, okul müdürünün ve onun yanındaki asker kıyâfetlı adamın yanına doğru koşmaya başladı. Benimle ilgilenmekten vazgeçmişti anlaşılan. Beni göstererek birşeyler anlatmaya başladı. Benim ne kadar iyi bir öğrenci olduğumu anlatıyordu muhakkak!

Ögle yemeğinden önceki son dersimizde bitmişti. Birazdan öğle yemeği vakti gelmişti. Birden aklıma annemin söyledikleri geldi. Ona söz vermiştim; yemek yemeyecektim. Demekki o yüzden annem bugün öğle yemeği koymamıştı çantama. Zaten Hıtay(Çinli) öğretmenler ve öğrenciler hâricinde bize yemek vermiyorlar.

Hıtay(Çinli) öğretmenim beni yanına çağırdı ve bugün öğle yemeğinin bedâva olduğunu söyledi. Allah Allah? Normal zamanlarda bir kalem istediğimizde bile bize dayak atan Hıtaylar(Çinliler) yemek veriyorlardı.

-“Teşekkur ederim öğretmenim ama ben yemek yiyemem. Çünkü bugun anneme söz verdim yemek yemeyeceğime dair.” dedim.

Suratımda patlayan tokatın acısını akşam olmasına rağmen geçmemişti. Hıtay(Çinli) öğretmen tokadı attıktan sonra, zorla bana yemekte yedirmişti. Anneme söz vermiştim. Ne yapacağım şimdi?

Eve doğru giderken akan gözyaşlarıma hâkim olamıyordum. Anlayamıyordum?
Müslüman olmak mı yasaktı?
Uygur olmak mı?
Yoksa anneye söz vermek mi yasaktı?

Birden aklıma yan evde oturan arkadaşım Rahimullah geldi. Babası ona Kur’an öğretirken yakalanmıştı ve babasıyla annesini hapse atmışlardı. Rahimullah’ıda Urumçi’deki bir yetimhaneye vermişlerdi. Annemler konuşurken duymuştum. Rahimullah artık hiç Uygurca konuşmuyormuş. Ben Hıtayim(Çinliyim) diyormuş…

Uzaktan evi görüyorum ancak evin önündeki askeri arabada neyin nesi acaba? Yaklaştıkça annemi ve babamı, askerlerin dövdüğünü gördüm. Babam “Allah-û Ekber” diye bağırıyor. Annem ise gözyaşları içerisinde. Onlara doğru koşmaya başladım. Birden bir asker tuttu beni. Annem bağırmaya başladı;

– “Bırakın oğlumu….”

Arkasındaki askerin dipçik darbesi ile bana doğru devrildi annem. Artık hiç sesi çıkmıyordu. Babam ise gözleri ve elleri bağlanmış olmasına rağmen hala “Allah-û Ekber” diye bağırıyordu.

Beni tutan askerin elinden kurtulmaya calışırken bir Hıtay(Çinli) kadının bana doğru yaklaştığını gördüm. Beni tutan askere;

– “Çocuk bu olmalı. Götürün” diye emir verdi…
– “Bırakın beni! Bereye götürüyorsunuz?Babamı, annemi istiyorum ben. Nereye götürüyorsunuz beni?” dedim.
– “Artik URUMÇİ’de yeni bir evin olacak Tin Suan, merak etme.” diye cevap verdi…

Mark W. Lewis tasarımcılara en çok söylenen 10 yalanı paylaşmış…

 

Bakalım Neymiş bu 10 büyük yalan ?

1- Bunu bizim için ucuza yada ücretsiz yap, bir dahakinde telafi edelim!

Saygın hiç bir iş sahibi, daha sonra ödenmek üzere yada ücretsiz olarak emeğini ve zamanını vermez.
Bir tesisat ustasına “Bu seferlik lavaboyu bedava ver ve yerine monte et, bir dahaki lavabo ihtiyacımızda telafi ederiz!” dediğinizi hayal edebiliyoırmusunuz ?
Bu tip müşteriler muhtemel bir sonraki işte zaten sizi aramayacaklardır.

2- Son halini görmeden asla ücret ödemeyiz!

Bu müşterilerin sizden avans istemenizi engellemek için kurduğu bir tuzaktır. Heme her tür işte önce avans verilir ve ondan sonra işler devam eder.
Müşterinizle devamlılık arzeden bir ilişkiniz olması durumunda farklı davranabilirsiniz, ancak yeni bir müşteri hiç bir zaman çalışmalarınızı ücretinizin bir kısmını ödemeden görmemeli.

3- Bu işi bizim için yap, senin için iyi referans olur, işlerin açılır!

En büyük yalanlardan biri. Aynı şeyi lavabocuya söylediğinizde, size vereceği yanıt, “İşimi kusursuz yapsam bile farkedilmek için bunu size bedavayamı yapmam gerek?” olacaktır.
Ayrıca işi bu şekilde yaptıran işveren etrafındakilere projeyi ne kadar ucuza çıkardığını böbürlenerek anlatacaktır.
Çevresinden sizi yeni bir iş için arayan olsa bile muhtemelen size diğer işten aldığınız ücreti önereceklerdir.

4- Demo çalışmalara bakarken “Seninle çalışıp çalışmamaya henüz karar vermedik. Ama malzemeleri burada bırak ben ortağımla,yatırımcımla,karımla,patronumla görüşeyim.”

Bunu söyleyen kişi emin olabilirsinizki çalışmalarınızı teslim ettik sonra 15 dakika içinde diğer tasarımcıları arayarak fiyat bilgisi isteyecektir.
Geri aradığınızda size ona verdiğiniz fiyatın çok yüksek olduğunu ve x bir tasarım firmasının daha uygun fiyat vererek işi aldığını söyleyecektir.
Elbette onlar ucuz olacak, çünkü siz zaten saatlerce çalışarak ön çalışma ve danışmanlık hizmetini ücretsiz olarak verdiniz.
Sözleşme yapana kadar hiç bir yaratıcı çalışmayı müşterinin ofisinde bırakmayın !

5- Proje iptal olmadı, sadece ertelendi. Hesabımız açık kalsın 1-2 ay sonra devam ederiz!

Muhtemelen etmeyecektir. İşte duraksama varsa muhtemelen o proje cansızdır. O ana kadar yaptığınız kısmın ücretini almamanız ise büyük hata olacaktır.
2 ay sonra geri aradığınızda o proje ile ilgili olarak başka biri atanmış olabilir, ve bilin bakalım ?! Bu yeni sorumlu kişi sizin adınızı bile duymamış olabilir!

6-Sözleşme mi ? Ne sözleşmesi, biz arkadaş değilmiyiz ?

Birşeyler yanlış gidene dek elbette arkadaşız. Akabinde senin takım elbiseli aşağılık benimde gerzek tasarımcı olmamam için sözleşme şart.
Ancak yaptığınız işler için para ödenmemesini bekliyorsanız o sizin bileceğiniz iş.
Saygın her iş sahibi mutlaka sözleşme yapar. Sizde yapmalısınız.

7- Faturayı iş üretildikten sonra kesip gönder!

Daha çok basılı grafik işlerinde, eğer uygulama yada basımını sizin yapmadığınız bir iş için, neden başkasının iş bitiş tarihini bekleyesenizki.
Siz zaten tasarımınızı teslim ettiniz ve kabul edildi. O zaman faturanızı kesebilirsiniz. Bu sizi başka türlü bir bekletme taktiği olabilir. Müşteriniz işin tasarım sonrası aşamalarında ortaya çıklacak sorunları çözebilmek için sizi bekletiyor olabilir.

8- Senden önceki şu kadara yapmıştı…

Tamamen alakasız bir söylem. Eğer daha önceki çok iyi bir iş çıkarmış olsa şu an sizinle değil onunla konuşuyor olmaları gerekirdi.
Bir öncekinin ne kadar ücret aldığı yada talep ettiği sizi hiç ilgilendirmemeli. Piyasanın altında ücret talep edenler yakında bu piyasadan ayrılacak demektir ya iflas edeceklerdir yada sektör değiştireceklerdir.

9- Bizim bütçemiz bu kadar diyen firmalar

İnanılmaz değilmi ? Adam araba almak istiyor hiç araştırmadan alacağı araba için ne harcayacağını biliyor.
Her proje belli ölçekte bir ücrete karşılıktır. Daha az paraları varsa sizde karşılığında daha az çalışarak işi çıkarabilirsiniz. Ama bunu onların anladığından emin olun.
İşi basitleştirerek sunacağınız bütçeyi kısın.

10- Finansal sorunlar yaşıyoruz, işi teslim et, biz biraz kazandıktan sonra ödemeni yapalım!

Tabii ki, ancak ödeme yapılacaklar listesinde en alt sıralarda olduğunuzu bilin. Bir firma kötü gittiğini açıklayabiliyorsa emin olun göründüğünden çok daha kötü durumdadırlar.
Ayrıca bir banka olmadığınızı unutmayın geciken ödemeler ile ilgili olarak size ek ödeme yapılmasını isteyin.

İster tasarım ajansı sahibi olun ister freelance çalışın bu 10 maddelik listedekilere bir gün muhtemelen rastlayacaksınız. Yada bir çoğuna rastladınız bile.
Okuduğunuz yazının kaynağı yabancı, buda şu anlama geliyor Türkiye’de bu işi yapıyorsanız bu maddeler haricinde daha sert ve farklı zorluklar ile karşılaşmanızda olası.

Zaman zaman sizlerden, tasarım işine girmek ve bunu meslek edinmek isteyenler için tavsiyeler yada mesleğe yeni başlamış kişilerin iş hayatlarında yaşadıkları zorluklar ile ilgili e-postalar gelmekte bu makale işe yeni başlayanlar için önemli bir kilometre taşı olacaktır. Özellikle serbest çalışanlar için.

 

Yazının orjinali; http://www.paintercreativity.com/articles/top-10-lies.html

Kategoriler:Uncategorized

Düşündüren Özlü Sözler

 

• İki şeyin elden gitmeden değerini takdir etmek zordur; sağlık ve gençlik. (Hz. Ali)

• Isterseniz yanlıs düşünün, ama her durumda kendi kafanızla düsünün. (Doris Lessing)

• Kelimelerin gücünü anlamadan, insanların gücünü anlayamazsın. (Confucius)

• Insanların mutlulukları yada mutsuzlukları,talihin olduğu kadar Kendi karakterlerinin de eseridir.!! (La Rochefoucauld)

• Mutlu olduğunuz zaman, size bu mutluluğu veren faziletleri sonradan kaybetmeyiniz!
(A.Maurois)

• Mal kaybeden, bir şey kaybetmistir, onurunu kaybeden birçok şey kaybetmiştir. Fakat cesaretini kaybeden her şeyini kaybetmistir. (Goethe)

• Herşeyi bildiğini sanma! gerçekte çok bilgili olsanda kendine Cahilim diyebilecek cesaretin olmalı. (Ivan Pavlov)

• Gül sunan bir elde daima bir miktar gül kokusu kalır. (Çin atasözü)

• Devler gibi eserler bırakmak için, karıncalar gibi çalışmak lazım. (Necip Fazıl Kısakürek)

• Sözün en güzeli, söyleyenin doğru olarak söylediği, dinleyenin de yararlandığı sözdür.
(Aristo)

• Yazı yazmayi öğrenmek, herşeyden önce düşünmeyi öğrenmektir. (Amie Suche)

• Düşmanlarınızı affedin bu bir büyüklüktür. Ama onları unutmak büyük bir aptallıktır. (J.f kennedy)

• Üç kişinin bildiğini, bütün köy biliyor demektir! (Alman atasözü)

• Kötü bir cemiyetin bozamadığı insanı, Kötü bir arkadaş bozar (La Edri)

• Sanssizliga katlanabiliriz, çünkü disaridan gelir ve tümüyle rastlantisaldir. Oysa yasamda bizi asil yaralayan, yaptigimiz hatalara hayiflanmaktir. (Oscar Wilde)

• Iyi agaç kolay yetismez;rüzgar ne denli güçlü eserse,agaç da o denli saglam olur.
(J.Willard Marriot)

• Dünya güzeldir, ama bir şairin gözüyle daha da güzel olur. (Goethe)

• İnsanlar hatalarını mutluyken değil ancak mutsuzken anlar. (Daniel Defoe)

• Nankör insan, her şeyin fiyatını bilen fakat hiçbir şeyin değerini bilmeyen kimsedir. (Oscar
Wilde)

• Dünyada başarı kazanmanın iki yolu vardır: Ya kendi aklından faydalanmak, yahut da başkalarının akılsızlığından faydalanmaktır. (La Bruyere)

• Hayat merdivenlerini çıkarken, insanlara iyi davranalım. Çünkü inerken gene aynı insanlara rastlayacağız. (Cenap Şahabettin)

• Güzel olan sevgili değildir, sevgili olan güzeldir. (Tolstoy)

• Güzellik, çoğu zaman kusurları gizleyen bir örtüdür. (Balzac)

• Bir insanın gerçek zenginliği, onun bu dünyada yaptığı iyiliklerdir. (HZ.MUHAMMED)

• İnsanlar başaklara benzerler, içleri boşken başları havadadır, içleri doldukça eğilirler.
(Montaigne)

• Aşk, imkansız birçok şeyi mümkün kılar. (Goethe)

• Gerçek bir arkadaş, iki gövdede yaşayan bir ruhtur. (Aristo)

• Kadın olsun , kitap olsun cildine aldanmayıp içindekilere bakılmalıdır. (Cenap Şahabettin)

• Aşk köprü kurmaktır. İnsanlar köprü kuracakları yerde, duvar ördükleri için yalnız kalırlar.
(Newton)

• Ayni dili konuşan değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilirler. (Mevlana)

• Para açlığı giderir, mutsuzluğu değil, yemek mideyi doyurur, ruhu değil. (Shaw)

• Zor is, zamaninda yapmamiz gereken fakat yapmadigimiz kolay islerin birikmesiyle meydana gelir. (J.J.Rousseou)

• Nankör insan, herseyin fiyatini bilen, fakat hiçbir seyin degerini bilmeyen insandir. (Oscar
Wilde)

• Atalarindan sana kalani haketmeye bak! Yoksa senin olmazlar. (Goethe)

• Kıskançlıkda gururun payı aşktan fazladır. (La Rochefoucauld)

• Erkekler kadınların ilk aşkı, kadınlar erkeklerin son aşkı olmak ister. (Oscar Wilde)

• Akıllı olmak da bir şey degil, mühim olan o aklı yerinde kullanmaktır. (Descartes)

• Ben senin beni sevebilme ihtimalini sevdim. (Yilmaz Erdogan)

• Baskalarını sık sık affedin, ama kendinizi asla… (Publilius Syrus)

• Gerçek aşkta ne vefa vardır ne cefa…. (Mevlana)

• Insan ne kadar büyük ruhlu olursa, aşkı o kadar derin bir şekilde duyar. (Leonardo da
Vinci)

• Insanları iyi tanıyın, her insani fena bilip kötülemeyin, her insanı da iyi bilip övmeyin
(Mevlânâ)

• Olgun insan güzel söz söyleyen değil, söylediğini yapan ve yapabileceklerini söyleyen adamdır. (Confucius)

• Yemine gerek görmeyecek kadar sözlerine sadık ol. (Dale Carnegie)

• En çok hoşumuza giden insan kendimize benzettiğimiz insandır. (Moliere)

• Insanları yükselten iki büyük vasıf vardır; erkeğin mert, kadının namuslu olması.
(Napoleon)
• Aşk, eşeğe bile dansettirir (Fransız atasözü)

• Beklemesini bilenin her şey ayağına gelir. (Balzac)

• Bir mum diğer bir mumu tutuşturmakla, ışığından bir şey kaybetmez. (Mevlana)

• Sevdiğini elde edemezsen, elde ettiğini sevmeye çalış. (Corneille)

• Başa kakılan bir iyilik daima hakaret yerini tutar. (Racine)

• Yaptığın iyiliği hatırlama, gördüğünü unutma. (C.Chillon)

• Hile, oyunu kazandırsa da, kaderi değistirmez. (La edri)

• Sevgi insanlıgın, şiddet hayvanlıgın kanunudur. (Gandi)

• Dostuna da düşmanına da yardım et. Çünkü o zaman,dostunla daha yakın dost, Düşmanınla da dost olursun. (Cledbul)

• Eğer bir kimseyi kimse sevmiyorsa, bunun sebebini araştırmalıdır. Eğer bir kimseyi herkes seviyorsa bunun sebebini de araştırmalıdır. (King Dse)

• Ne söyleyeyim diye başta düşünmek, niçin söyledim diye sonunda pisman olmaktan iyidir!
(Sadi)

• Çiçeğin dikeni var diye üzüleceğimize, dikenin çiçeği var diye sevinelim. (Goethe)

• Yemine gerek görmeyecek kadar sözlerine sadık ol. (Dale Carnegie)

• Hiçbir zaman çıktığın kapıyı hızla çarpma, geri dönmek isteyebilirsin. (Don Herold)

• Sevgi birliğe, bencillik yalnızlığa götürür. (Schiller)

• Yalnız seni sevenleri sevmek sevgi değil, değiş tokuştur. (Cenap Şahabettin)

• Karanlığı lanetlemektense, bir mum yakın. (Konfüçyus)

• Yüzünü güneşe çeviren insan, gölge görmez. (Helen Keller)

• İyimser kişi, yaranın üstünde artık kabuk, kötümser kişi ise kabuğun altında yine yara görür. (Shakespeare)

Kategoriler:Uncategorized

BU KİŞİLERE HİÇ DİKKAT ETTİNİZ Mİ?

* İbn Firnas’ın (Ö–808) Wright kardeşlerden 1023 sene önce uçağı yapıp uçmayı gerçekleştirdiğini.

* Cabir bin Hayyan (721–805)’ın John Dalton, Otto Hahn, Enrich Fermi ve Albert Einstein’dan 1000 sene önce Atom üzerinde çalışmalar yaparak ilk defa atomu tarif edip atom bombasının şiddetinden bahsettiğini.

* İbnün Nefis (?-1288) ilk defa kan dolaşımını bulmasına rağmen bunun 16. yy.da Michael Servitüs ve W. Hervey’e mâledildiğini.

* Sabit Bin Kurra (835-902)’nın Anesteziyi ilk defa bulduğunu, Ali bin İsa (Xl.yy.)’nın ise ilk defa onu göz ameliyatlarında uyguladığını. Göz hakkında ilk defa müstakil bir eser hazırladığını, fakat bunun 1850 yılında Junkey’in buluşu gibi takdim edildiğini.

* Kâşânî (?-1436)’nin binomal denklemleri kurup ilk defa çözmesine rağmen bunun kendisinden yıllarca sonra gelen Newton’a mâledildiğini.

* Batlamyus felsefe ve Astronomi görüşünü çürütüp modern astronominin temel kanunlarını ortaya atan Zerkali (1029 – 1087) ve Bitruci (ÖI.1217) olmasına rağmen bunun Kopernik (1473-1543) ve Kepler’e mâledilerek astronominin babaları unvanının verildiğini.

* Gök cisimlerinin elips yörüngede hareket ettiğine dair fikrin el-Birûnî’nin (973-1051) fikri olmasına rağmen Kepler’e mâledildiğini, Kopernik’in güneş teorisinin ise İbn-i Satir (1304-1376)’dan tıpatıp kopya edildiğini.

* Paleontoloji (Fosil ilmi) ve sedimentolojiyi (Tortul ilmi) tecrübî olarak ele alıp eser veren İbn-i Sina olmasına rağmen Albert’e (Büyük) Albert unvanını kazandırdığını.

* Akşemseddin (1389–1459)’nın mikrobu Pastör’den 400 sene önce keşfettiğini.

* İbn-i Yunus (?,1009), saat kadranının kâşifi olmasına rağmen Galile’nin kâşif gösterildiğini, Newton’dan 700 sene önce fizik ve Astronomide oldukça önemli olan sarkacı da keşfettiğini.

* Verem mikrobunu buldu diyerek kendisine Nobel tıp armağanı verilen R. Koçh’tan 150 sene önce verem mikrobunun Kambur Vesim (?-1761) tarafından bulunduğunu.

* İzafiyet teorisinin El-Kindi (796–866) tarafından ilk defa ortaya atıldığını, Einstein’in ise onu birkaç matematik formülle örterek sahiplendiğini.

* Hava basıncını keşfedenin Farabî (870–950) olmasına rağmen Toriçelli olduğuna herkesin inandırıldığını.

* Subap, otomatik silindir, otomatik çeşme ve sürahilerin Cezerî (1136–1206) tarafından ilk olarak yapıldığını, aynı âlimin teorik olarak bilgisayar mantığını ortaya atarak onun mucidi olmasına rağmen günümüzde Charles Babage’ye mâledildiğini. Aynı âlimin sibernetiğin de kurucusu olduğunu.

* Günümüzde Genel Jeolojik derslerinde üniversitelerde okutulan izosti teorisinin Kazvînî (1203-1283) tarafından ilk olarak ortaya atılmasına rağmen teorinin 1950’ler de Airy ve Pratt’i meşhur ettiğini. Aynı âlimin volkanoloji biliminin de kurucusu olduğunu jeotermal alanlarla ve manyetik kuzeyin değişmesi ile ilgili ilk bilgilerin sahibi olduğunu.

* Yerçekimini, dünyanın hem kendi ekseni, hem de güneş etrafında döndüğünü dünyanın yuvarlaklığını delillerle tesbit edip dünyanın dönüş hızını hesaplayanın Bîrûnî (973-1051) olduğunu, bu konularda Muhyiddin Arabî (1164-1240), Ebül Heysem (965-1039) gibi bilginlerin de eserleri bulunmasına rağmen Newton ve Galile (1564-1642)’nin bunları sahiplendiğini.

* Kaya ve fosil magnetizması veya paleomanyetizma’yı ilk defa keşfeden Birûnî olmasına rağmen 9 asır sonra 1940larda Konigsberger, E.O Theiller, T. Nogata’nın bu fikirlerin sahibi olarak gösterildiğini. Ayrıca Birunî Orojenez (dağ oluşması) ve paleocoğrafyaya ait ilk yorumları yapan ve saha jeolojisi raporu hazırlayan ilk alim olduğunu.

* Bütün tabiat hadiselerini enerjiyle açıklayan felsefe doktrini olan Enerjitizm fikrinin bilindiği gibi Wilhem Ostvald (1553-1632)’a değil Davud-ül Kayseri’ye ait olduğunu.

* Atomun parçalanabileceği fikrinin ilk defa Mevlânâ ve Pir Ali Nevi tarafından ortaya atıldığını.

* Jeodezinin kurucusunun Birûnî olduğunu.

* İlk rasathane ve Astronomi merkezinin Hace Nasuhddin Tûsi (1201-1274) tarafından kurulduğunu.

* Sublimasyon, (katı halden buhar haline geçme) kalsinasyon, (ısı yardımı ile parçalanma) eritme fırınları yanında sayısız deney tüplerinin Cabir b. Hayyan tarafından ilk defa yapıldığını.

* Harizmî’nin (780-850) sıfır, kök ve karekök kullanıp Cebirîn temelini atarak Algoritmanın sahibi olduğunu. Lineer ve Kuadratik sistemleri kurarak çözümlerini ortaya koyduğunu.

* Maden arama usullerinden biri olan marfoloji ve bitkilerden faydalanarak ne çeşit bitkilerin hangi madenlere işaret ettiğini ilk defa ortaya atanın İbn-i Kuteybe (829–889) olduğunu.

* Psikofizyolojinin kurucusunun Kindî olduğunu pozitif rasyonel sayıların El-Kerhî (1019-1029) tarafından keşfedildiğini.

* Harizmi’nin Cebir ve Geometriyi ilk defa Astronomiye uygulayarak yeni Astronomi tabloları hazırladığını, Fenarî’nin Usturlabı icad ettiğini. Rasathanenin kurucusu ve mucidinin ise Uluğ Bey (1394–1449) olduğunu.

* Battani (858-929)’nin Trigonometrinin kurucusu olduğunu, yaklaşık bin sene önce sinüs, kosinüs, tanjant ve kotanjant tariflerini ilk defa ortaya atıp yılı 365 gün 5 saat 46 dakika 22 saniye olarak hesapladığını.

* Ebu Ma’şer (785-886)’in gel-git (Med-cezir) hadiselerini ilk defa tesbit ederek kaleme alan bilgin olduğunu.

* Ali bin Abbas’ın (?-994) 1000 sene önce kılcal damarları keşfederek ilk kanser ameliyatı yaptığını (42), Ammar bin Ali’nin Xl.yy.da katarakt ameliyatını gerçekleştirdiğini.

* Ayın hareketlerindeki intizamsızlığı ilk defa tesbit edip sekant ve kosekantı matematiğe kazandıran bilginin Ebül Vefa (940–990) olduğunu (44) sonradan bunun Kopernik’e verildiğini.

* Lamberî yamuğunun Lambert’e ait olmayıp Ebül Heysem tarafından teşkil edildiğini, integralın Hocendî tarafından bulunmasına rağmen Fransız Fermat’a mâledildiğini.

* Pi sayısının gerçek değerinin, ilk defa El-Kaşenî (?-1436) tarafından hesaplandığını ve kesin sonucu olmayan problemlerin yaklaşık çözümünü ve mükerrer logaritmayı (İterative Algorizm) icad edip hesaplamasını yapıp kullanan ilk âlim olduğunu.

* İlk kağıt fabrikasının Abbasi vezirlerinden İbni Fazıl (739-805) tarafından kurulduğunu.

* Kübik denklemlerin Ömer Hayyan (?-1123) tarafından kuadratik denklemlere indirgendiğini. F. Wopeke’nin bunun üzerine “cebiri geometriye geometriyi cebire uygulama şerefi müslümanlara aittir” dediğini.
* Ebül-Leys: (IX. yy.)’in parabol ve hiperbolü birleştirerek dokuz kenarlı poligonu ilk icad eden bilgin olduğunu Kinematik (x2+a=y2) metodunun ise Ibnül Hüseyin (X. yy.) tarafından bulunduğunu.
* Pusulanın ilk defa Kabacaki (13. yy.) tarafından yapıldığını.

* Depremlere ait ilk kitabın Dimışkînin (?-1176) “Kitabüz-Zelazil” olduğunu, Daha sonra ise XV. yy.da Celaleddin Suyuti’nin “Zel-zelename” olarak bilinen “keşfüzzelzel an vasfil zelzele” kitabından başka sismoloji ile ilgili eserin olmadığını.

* Kimyada Kantitaf metodun Ebülkasım el-Kaşî (?-1436) tarafından bulunduğunu, Günümüzde ise altında Bianck ve Lovasier’in imzalarının olduğunu.

Biliyor muydunuz?

(Jeo. Müh. Nevzat Bayhan)

.

KOCA YUSUF (YUSUF İSMAİL)

Avrupalılarla güreşmeyi cihad kabul eden cihan şampiyonu pehlivan
KOCA YUSUF 

Pehlivanlarımızın dünyaya nam saldıkları 19. asırdayız. 
Henüz yürümeye başladığı andan itibaren akranlarıyla kapışarak 
pehlivanlığa ilk adımı atan yiğitlerimiz, büyüdükçe ustaların nezareti altında 
güreş dersi alarak er meydanına hazırlanmaktadırlar. 
Devrin hâkim havası altında, sağlam bir dinî ve millî kültür alan pehlivanlar, 
mertlik, yiğitlik, pehlivanlık yarışıı yapmayı en büyük zevk kabul etmektedirler. 
Devrin insanlarının en büyük eğlencesi de bu yiğitlerin güreşlerini seyretmektir.
Asırlardır harp meydanlarında gayr-i müslimlerle karşılaşmış yiğitlerimiz, ilk defa 
19. asırda, sulh zamanında “diyar-ı firengistan”da gayr-ı müslim pehlivanlarla karşılaşmışlardır. 
Avrupa ve Amerika’da güreşerek dünyaya nam salan pehlivanlarımızın en meşhuru Koca Yusuf tur.

Gelmiş geçmiş en meşhur pehlivanlarımızdan olan Koca Yusuf, 
ulemâların “darül harp”te güreş tutmanın ve müslümanların maddeten de 
güçlü olduklarını isbat etmenin de bir cihad olduğu yolunda beyanları üzerine 
Avrupa ve Amerika’ya itmiş oralardaki bütün meşhur pehlivanların 
sırtını yere vurarak cihan pehlivanı unvanını almıştır.

Evlâd-ı fâtihan’dan olan Koca Yusuf 1865’te Deliorman’ın Şumla köyünde dünyaya gelmiştir. 
Çocukluğundan itibaren güreşe merak salan Yusuf on altı yaşında 
ayağına kisbet geçirerek er meydanında boy göstermeye başlamıştır.

Yusuf, çevikliği, kuvveti, ustalığı yanı sıra; açık sözlülüğü,
mertliği ve İslâm’ı yaşamadaki hassasiyetiyle de dikkatleri çekmektedir.

Yirmi yaşına geldiğinde kendisine antreman verecek pehlivan bulamayan 
Koca Yusuf çoğu vakit tek başına çalışmaktadır.

Yusuf, koca koca kütükleri kaldırmakta, bu kütükleri kucağına alarak taşımaktadır. 
Her gün yüksek dağlara inip çıkan, koşan, temiz havayı ciğerlerine dolduran Yusuf, 
duvar idmanı yapmakta, çamur yoğurarak parmaklarını ve bileklerini kuvvetlendirmektedir.

Koca Yusuf yirmi yaşında iken 1885 yılında, 26 senedir Kırkpınar Başpehlivanlığını elinde bulunduran Aliço ile berabere kalmış, 
Aliço da sonrasında Koca Yusuf un “başpehlivanlığa” layık bir yiğit olduğunu 
kabul ederek başpehlivanlığı devretmiştir. 
Bu tarihten itibaren Yusuf Türkiye’nin başpehlivanıdır. 
Karşısına çıkan hiçbir pehlivan kendisinden bu unvanı almaya muvaffak olamamışdır.. 
Devrin meşhur pehlivanları; Adalı Halil, Kara Ahmet, Katrancı, Karagöz Ali, 
Memiş, Filiz Nurullah, Kurtdereli Mehmet ve Hergeleci İbrahim Koca Yusuf la kapışmışlar, 
hepsi de Yusuf un kendilerinden üstün pehlivan olduğunu kabul etmişlerdir…

Er meydanında kıran kırana güreş yapılmaktadır. 
Zamana sınırlama yoktur.
Mesala 1890’da Koca Yusufla Adalı beş saat güreşmişler, fakat herhangi bir netice alamamışlardır.

Türkiye’nin en kuvvetli adamı kabul edilen Yusuf, Fransız sirk cambazı 
Doublier’in dikkatini çeker ve Yusuf u Avrupa’ya götürerek güreştirmek 
bu sayede para kazanmak ister.

Meseleyi Koca Yusuf a açtığında ilk başlarda kabul etmeyen Yusuf, 
bilahare parayı pulu aklına getirmeden, sadece “keferelerin sırtını yere vurmak” 
ve Müslümanların maddî kuvvet bakımından da üstün olduklarını isbatlamak için
Avrupa’ya gitmeğe razı olur.

Avrupalılar o devirde serbest güreşin yabancısı olduğundan 
Koca Yusuf Greko Romen güreşi dersi alır.. 
1895’te Fransa’ya gider. 
Yusuf, antremanda bile olsa içerisinde yenişme olmayan güreşi kabul etmemekte, 
karşısındaki rakibini tutar tutmaz yere sermektedir.

Fransa’ya giden Yusufun nâmı kısa zamanda bütün Fransa’da duyulmaya başlamıştır. 
Yusuf peşpeşe yaptığı güreşlerde rakiplerini bir dakika bile beklemeden tuş yapmaktadır.

Fransa’nın meşhur güreşçileri, Fenelon, Furnier, Dumont, Pol Pons, Sabes ve Feliks Bernard’ı Fransızları hayrette düşürecek kadar kısa zamanda yener. Mesela Dünya şampiyonu diye tanınan Sabes’i dört saniyede tuş eder.

Yusufun rakiplerini nasıl yendiğini anlamaya bile vakit bulamayan seyirciler güreşlerin uzatılmasını istemektedirler. Yusuf ise böyle bir teklifi şiddetle reddetmektedir. Menejerleri Yusuftan yavaş güreşmesini rica ederler. Yusuf bu teklifi kabul eder. Fakat Yusuf rakipleriyle bir-iki dakika oynadıktan sonra kâfi bulmakta ve sırtlarım yere vurmaktadır. Çaresiz kalan organizatörler Yusufun karşısına peş peşe iki güreşçi çıkarırlar ve iki güreşçinin yirmi dakika dayanması halinde büyük para vadederler. Ne varki Yusuf kendisiyle peş peşe güreşen Gambier ve Raul gibi meşhur güreşçileri de yirmi dakika dolmadan tuş yapıverir.

Yusuf, karşısına çıkan mağrur Rum Pierri ve İngiliz Tom Cannon’u da kısa zamanda tuş eder.

Avrupalı organizatörler, bu müthiş pehlivanı ancak bir Müslüman pehlivanının yenebileceğine kanaat getirerek Türkiye’den Hergeleci İbrahim’i getirirler.

Fransa’da karşı karşıya gelen Koca Yusuf la Hergeleci Avrupalıları hayrette bırakan müthiş bir güreş sergilerler. Anlaşmalarına göre güreş Türkiye’deki gibi serbest ve kıran kırana olacaktır.

Güreş süratle devam ederken Yusuf, Hergeleci’ye boyunduruk takar, Hergelecinin burnundan kan akmağa başlar. Telaşlanan hakemler güreşi durdurup Hergeleci’ye bir şikayeti olup olmadığını sorarlar. Şaşıran Hergeleci burnundan devamlı akan kana aldırış etmeksizin; “Neden ola ki? İşte pekâla güreşip duruyoruz.” der.

Oynaş güreşe alışmış Avrupalıların şaşkın bakışları arasında bir nara savuran Koca Yusuf bu defa Hergeleciyi Kurt kapanına alır. Hergeleci’nin boğulduğunu zanneden seyirciler telaşlanırlar, kadınlar bağrışmayâ, ağlaşmaya başlar. Jüri heyeti ayrılmalarını ister. Yusuf aldırış etmez. Birkaç kişi Yusufu çeker yine de ayıramazlar. Bu defa sopalarla, bastonlarla Yusufun sırtına, kafasına vurmağa başlarlar. Netice’de ayrılan pehlivanlar berabere ilan edilir. Her iki pehlivanımız da neticeden memnun değildir. Yusuf;

“Ne güzel güreşiyorduk” derken Hergeleci;

“Bizde erkek güleşir, kadın ağlar; ama asla güreşi bırakın demez.” ifadeleriyle kırgınlığını ortaya koymaktadır.

Fransızlar Yusufu yendirmek için Amerika’dan zincirkıran lakaplı Leitner’i getirtirler. Ne var ki Yusuf Leitner’i de kısa zamanda tuş ediverir.

Fransa’da karşısına çıkacak rakip bulamayan Yusuf sıkılmağa başlar. Onu en fazla organizatörlerin davranışları üzmektedir. Yusufun paraya pula metelik vermediğini bilen organizatörler onun sırtından büyük servetler elde ederken Yusuf a çok az pay vermektedirler. Yusuf buna da aldırış etmez. Fakat inancına göz dikilmesi Yusuf u çileden çıkarır..

Güreşirken tesettüre riayet eden ve diz kapaklarını örten şortla güreş tutan Yusuf hususi hayatında da dinî inançlarına son derece bağlıdır. Namazlarını düzenli olarak kılmaktadır. Yemeklerinin piştiği kaplarda daha önce domuz yağı ve etiyle yemek pişmiş olması ihtimalini göz önünde bulunduran Yusuf önceden bu kaplan iyice yıkatmakta ve yemeklerin pişmesine bizzat nezaret etmektedir.

Yusufun sırtından para kazanan Fransız Doublier sırf Yusufun inancıyla alay etmek için bir gün yemeğine domuz eti karıştırır. Bunu farkeden Yusuf, Doublier’i haklamak ister. Durumu farkeden Fransız kaçar. Ahlaksızlıktan tiksinen Yusuf, hele inancına karşı yapılan bu hakarete tahammül edemiyerek yapılan bütün teklifleri reddederek Fransa’da güreş yapmak istemez. Yusufun davranışları hayretle karşılanmaktadır. İngiliz Torna Cannon, “Meğer sizin Yusufun ahlakı da gövdesinin kuvveti kadar yamanmış” demektedir.

Fransa’daki ve civardan gelen bütün meşhur güreşçileri yenen Yusuf kendisine yapılan teklifi kabul ederek Amerika’ya gider.

Koca Yusuf Amerika’da

Amerikan basını Koca Yusufun gelişine büyük ehemmiyet vermiş ve yaptıkları neşriyatlarla Yusufu methetmişlerdir. Gazeteler aynı zamanda Yusufun meydan okumasına cevap vermeyen Amerika’lı güreşçilerle de alay etmektedir.

“Güreş âleminin İskender’i, Napolyon’u geldi”

diyen Amerikan basını Yusuf tan şöyle bahsetmektedir:

“Tırnağının ucuna kadar namuslu bir adam ve ne miktar olursa olsun para onu satın alıp cambazlık yaptıramaz.”

“Bizim sporculara pek tuhaf gelecek bir gerçek var. Bu Türk paraya hiç önem vermiyor.”

“Yusuf geldi. Güreş etmek istiyor ve isteğinde gayet samimi. Parasını da yatırdı. Gelgelelim karşısına çıkacak Amerikalı bulunmuyor. Bundan çıkan mânâ bizimkilerin müthiş ziyaretçinin kuvvetinden ürktükleridir.”

“Müthiş Türk Yusuf, maçlarını Nev York’a gelmeden evvel ayarlamadığı ve güreş etmek istediğini uluorta söylediği için hata etmiştir. Böyle bir açıklama Amerikalı güreşçileri paniğe uğratmak için kâfiydi. Anlaşıldığına göre, şimdiye kadar şampiyonuz diye poz veren adamlar, Türk bu memlekette kaldıkça meydana çıkmayacaklar.”

Güreşmek ümidiyle Amerika’ya gelen Yusuf her sabah organizatörlere; “Bugün güreşecek miyim” diye sormaktadır.

Yusufun karşısına çıkacak güreşçi bulamayan organizatörler nihayet akıllarınca bir çare bulurlar. Yusufun karşısına peş peşe beş güreşçi çıkacaktır. Ne var ki, Yusuf birincisinin sırtını yere serince diğer dört güreşçi, mindere çıkmaktan vazgeçerek organizatörleri hayal kırıklığına uğratırlar.

Bir diğer çare olarak Yusuf a beş dakika dayanana yüz dolar vaadedilir. Bu da netice vermez. Çünkü hiçbir güreşçi Yusufun karşısında beş dakika dayanamamaktadır.

Yusuf kendisine meydan okuyan, “Amerikan şampiyonu” unvanlı Robert’le güreşir. Ancak iki dakika boyunca Yusufun eline geçmemek için devamlı kaçan Robert yakalanacağını anlayınca minderden aşağı atlar. Çok kızan Yusuf salonda bulunan on bin kişiyi kendisiyle güreşe davet eder. Müteakip güreşinde Yusuf Robert’i perişan ederek yener.

Yusufun Amerika’daki meşhur güreşlerinden birisi de John F.Mc.Cormick ile yaptığı güreştir. Anlaşmaya göre Yusuf Mc.Cormick’i bir saat içerisinde üç defa tuş yapacak, yapamadığı takdirde mağlup sayılacaktır. Güreş başladıktan yedi dakika sonra Yusuf üç tuşu da yapmıştır…

1898’de Amerika’da fırtına gibi esen Yusuf Amerika turuna çıkar ve her gittiği yerde rakiplerini perişan eder. Zaman olur 41 derece ateşle güreşir.

Yusuf kendisine meydan okuyan ve esip savuran Rum Heraklides’i perişan eder. Rumla yaptığı güreşlerin birincisinde 47 saniyede, ikincisinde ise 23 saniyede tuş yaparak Rum’un mağrur burnunu yere sürter.

Yusuf Amerika’da son maçını serbest güreş dünya şampiyonu Lewis ile yapmıştır. Chicago’da yapılan güreşte Lewis’i üst üste iki defa yenmiştir.

Yaptığı bütün karşılaşmalarda, dininin, vatanının, milletinin şânını düşünen Yusuf devamlı galip gelmiştir. Avrupalılar kendisine “yenilmez Türk” ünvanını takmışlardır.

Yusufun gözünde kazandığı paraların ehemmiyeti yoktur. O artık vatanını, ailesini özlemiştir.

Yusuf kalan ömrünün iki çocuğu ve ailesiyle birlikte, Eyüb Sultan civannda alacağı bahçeli bir evde ibadet yaparak geçirmek istemektedir.

Vatan hasretine dayanamayan Yusuf New York’tan 21 Mayıs 1898’de Fransız bandıralı da Bourgogne Transatlantiği’ne binerek yola çıkar. Ne var ki ecel onu okyanusta beklemektedir. Bindiği gemi sis yüzünden İrlanda bandıralı Crmartyshire gemisiyle çarpışır.

Geminin battığını gören Yusuf abdest alarak iki rekat namaz kılar. Daha sonra bir filikaya binmek üzere denize atlar. Ne var ki can telaşına düşen tayfalar ve yolcular Yusufun binmesiyle filikanın batacağından ürkerek onun filikaya binmesini engellerler. Yusufun mengene gibi kayığın kenarına yapışan elini kürek darbeleriyle sökemeyince balta ile bileklerini keserler. Bunun üzerine Yusuf 5 Haziran 1898’de boğularak ruhunu Rahmân’a teslim eder.

 

TARİHİMİZE ŞAN VERENLER 

Yazarı: Burhan BOZGEYİK

http://tr.wikipedia.org/wiki/Koca_Yusuf

 

Görsel

 

 

 

Şehadet Ayı…

Şehadet Ayı...

Şubat’ın  Bir Adı da Şehadettir…

‘Adalet mülkün temelidir’ sözü Hz. Ömer’e aittir

Bir dizide mahkeme salonlarının duvarlarında yazan “Adalet mülkün temelidir” sözünün altında Atatürk’ün imzası görünmeyince kıyametler kopmuş. Kınayanlar mı istersiniz, twitter’da cikleyenler mi, “Eyvah! Ulu Önder’in bir sözü daha silindi” feryadını basanlar mı! Bir gazetemiz de üşenmeyip bunu manşetine taşımış.

 

    Ne diyelim: Bu kadar cahillik ancak 2013 Türkiye’sinde olur.

    Cahillik, çünkü bu sözün Atatürk’le hiçbir alakası yok. Kaldı ki Atatürk’ün de sahiplendiği yok. Nitekim kendisinden yaklaşık 1.300 (bin üç yüz) yıl önce söylenmiştir ve birazdan ispatlayacağımız gibi kesin olarak Hz. Ömer’e aittir. Üstelik de yanlış bir çeviri…

    Sözün Arapça aslı “El-‘adlü esâsü’l-mülk”tür Türkçede ‘mülk’ kelimesi “Mahkeme kadıya mülk değil” deyiminde olduğu gibi genellikle taşınmaz (gayrimenkul) anlamında kullanılır. Oysa Arapçada devlet, düzen, ülke, egemenlik, iktidar, saltanat anlamlarına da gelir.

    Dolayısıyla “Adalet mülkün temelidir” sözüyle kastedilen şey şudur: “Devletin veya düzenin esası adalettir.”

    ‘Esas’ kelimesi için seçilmiş olan ‘temel’ de yanlış bir karşılıktır. Bir devletin adalet temelinde kurulmuş olması önemli ama adalet sadece devlet binasının temel kısmında bulunmaz ki! Sözün sahibi olan Hz. Ömer’in anlayışına göre adalet bir devletin temelinde olduğu gibi çatısında da, yani her zerresinde vücut bulmalıdır. Temelinde adalet olup da çatısında zulüm yaşanırsa o binada adaletin varlığından söz edilebilir mi?

    Şimdi bakalım “Adalet mülkün temelidir” sözü Hz. Ömer tarafından nasıl ve hangi bağlamda söylenmiş?

İbni Kesir’in naklettiği Hazreti Ömer’in konuşması.

HZ. ÖMER’İN ADALETİ

Sadece İslam tarihinde değil, dünya tarihinde de Hz. Ömer çapında âdaletiyle temayüz etmiş bir devlet başkanı bulmak kolay değildir. O, insanlık tarihinin adalet tahtının tacidarlarından biridir. Hayatından pek çok örnek verilebilir ama şu çarpıcı sözü yeterlidir adalet anlayışının hangi noktalara ulaştığını göstermek için:

    “Devlet malını yetim malı konumuna koydum. İhtiyacı olmayan yetim malına tenezzül etmesin. Muhtaç olansa meşru surette, ihtiyaç ve emeğine uygun olarak yararlansın.”

    Hicretin 20. yılında devletin geliri artmış, Hz. Ömer de Mekke’nin ileri gelenlerini maaşa bağlamıştı. Ölçüsü, Peygamber Efendimiz’e (sas) yakınlıktı. Kim O’na yakınsa daha yüksek maaşa bağlanacaktı. Oğlu itiraz etti. “Peygamber’in kölesi Zeyd’in oğlu Üsame 4 bin, bense senin oğlunum, 3 bin dirhem alıyorum. Adalet mi bu?” Hz. Ömer mutlak ölçüsünün Efendimiz olduğunu beyan eden şu şoke edici cevabı verdi:

    “Ona daha fazla verdim, Çünkü Allah Resulü onu senden, onun babasını da senin babandan daha çok seviyordu.”

    Gördüğünüz gibi insanın duygu ve düşünce sınırlarını zorlayan bu erişilmez adalet anlayışını bütün hayatına yaymış olan Hz. Ömer’in ağzına yakışırdı “Adalet mülkün temelidir” sözü.

  “EL-ADLÜ ESASÜ’L-MÜLK”

  637 yılındayız. Hz. Ömer’in İran hükümdarı Yezdicerd’in üzerine gönderdiği Sa’d b. Ebi Vakkas komutasındaki kuvvetler Medayin’e, sonra da Nehrevan’a girmişler, Sasanilerin paha biçilmez hazinelerini ganimet olarak Hz. Ömer’e göndermişlerdi. “Kisra’nın baharı” denilen muhteşem bir halı, mücevherli kılıçlar, kemerler, süslü elbiseler üst üste yığılmıştı. Bir de Kisra’nın altın bilezikleri vardı dizi dizi.

    Halife Ömer, Süraka b. Malik’in kollarına taktırdı bilezikleri. Kisra’nın elbiselerini giydirdi. Sonra “çıkart” dedi ona. Şöyle dedi: “Allah’ım, benden daha fazla sevdiğin Resulüne ve Ebubekir’e vermediğin süslü eşyaları bana verdin. Bunları vermenden sana sığınırım.” Zengin olmanın bir düşüklük gibi görüldüğü bu aydınlık tablonun ardından Hz. Ömer’e bu defa Kisra’nın kılıcını getirdiler. Şöyle dediği duyuldu:

    “Şüphesiz Kisra kendisine verilen dünyalıkla ahiretinden oldu. Dünya ile meşgul oldu. Kendisi veya damadı için mal topladı ama şahsı için ahirette yararlı olacak bir şey yapmadı.”

    İşte “Adalet mülkün temelidir” sözünü bu bağlamda söylemişti Halife Ömer. Bunu İbn Kesir “El-Bidâye ve’n-Nihâye” adlı eserinde (cilt 7, s. 68) şu şekilde dile getirir:

    “Adalet mülkün temelidir (esasıdır) ve baki kalmasının ve devam etmesinin sırrıdır… Beyhâkî ve İmam Şafi şunu dediler: Ömer b. Hattab, Kisra’nın bileziklerini Süraka b. Malik’e verdikten sonra şöyle dedi: “Kisra b. Hürmüz’ün bileziklerini kollarından çıkarıp Beni Müdlic kabilesinden Arab olan Süraka b. Malik’in kollarına takan Allah’a hamd olsun.”

    Daha sonra Hz. Ömer, Müslümanlara bir hutbe verdi. Onlara Kisra’nın mülkünün (devletinin) zulüm ve eziyetlerle yok olduğunu, halbuki mülkün (devletin) temelinin ve ayakta kalıp devam etmesinin sırrının adalet olduğunu beyan edip açıkladı. Daha sonra bütün ganimetleri paylaştırdı. Ve bu ahlakla Müslümanlar İran şehirlerini (ülkesini) fethettiler. Kisra’nın mallarına mirasçı oldular. Güneş İslam illerinde batmaz oldu.”

    Bundan 640 yıl önce, Atatürk’ün ölümünden de 565 yıl önce vefat eden bir tarihçinin kitabında aynen böyle yazıyor. Yani “Adalet mülkün esasıdır” sözü, Hz. Ömer’indir ve bir devletin zulümle ayakta kalamayacağı, ‘ilelebet payidar olması’nın sırrının adalet esası üzerine kurulması olduğu fikrinin patenti ona aittir.

    Başkalarınca söylenmiş sözleri Atatürk’e mal etme gayretkeşliğinin başka örneklerini de biliyoruz.

    Mesela Romalı şair Juvenalis’in neredeyse 2 bin yıllık “Orandium est ut sit mons sana in corpore sano” (Sağlam bir bedende sağlıklı bir kafa vermesi için Tanrı’ya dua etmelisin) sözü Atatürk’e mal edilerek “Sağlam kafa sağlıklı vücutta bulunur” şekline sokulmuştur.

    Keza “Köylü milletin efendisidir” sözü de Kanuni’ye aittir ve aslı “Reaya milletin efendisidir” şeklindedir. Reaya, sadece köylü demek değildir. Üreten ve vergi veren anlamındadır ve Kanuni bir devletin devletten geçinenler sayesinde değil, üretici kitle sayesinde ayakta durduğunu anlatmak istemiştir.

    Sözün özü: Mahkemeleri bırakın, diğer yerlerdeki sözler de asıl sahiplerine iade edilmelidir diyoruz. Zaten adalet bir şeyi ait olduğu yere koymak demek değil midir? O zaman tarihte de adalet istiyoruz. Hem de Hz. Ömer adaleti…  

 

 
Mustafa Armağan

 

 
 
Kategoriler:Uncategorized

Hızır Şahan

Kategoriler:Özel Etiketler:, , ,

İstiklal Mahkemeleri’nin aldığı canlar

 

Bir sel gelir 1920’li yıllarda. Önüne aldığı birçok âlim ve masum insanı alır götürür. Geriye hiç dokunulmayan, her anımsayışta kanayan ve sessizce konuşulan hikâyeler kalır… İstiklâl Mahkemeleri’nden bahis açıyoruz…
 
Herkesin korkup köşelerine çekildiği bir zamandır 1920-1927 tarihleri. İstiklâl Mahkemeleri’nin kurulduğu bu zaman dilimi, Cumhuriyet tarihinde en çok tutuklamanın yapıldığı yıllardır. Bu dönemde hiçbir menfi harekete bulaşmadan sadıkane yolunda yürüyenler ne yazık ki mazlum oldular. Üstad Necip Fazıl Kısakürek, 1969 yılında yazdığı ‘Son Devrin Mazlumları’ kitabının takdim kısmında bu insanlar için “Bu eser, tarih boyunca büyük mazlumlardan sonra ‘beklenmesi ve ona eklenmesi’ gereken bir bahsi çerçeveliyor. İman ve ideal uğrunda umumi mazlumluk davasının çok yakından, öz hayatımızdan, yakın tarihimizden ele alınması ve hususi planda gösterilmesi…” ifadelerini kullanır. Necip Fazıl, pek çok kalemin yazmaktan çekindiği din mazlumlarından Ulu Hakan Abdülhamit, Şeyh Sait, İskilipli Atıf Hoca, Esad Erbilî Hazretleri, Bediüzzaman Said Nursî ve Dersim mağdurlarının yaşadıklarını şahitlerden de dinledikleriyle cesur bir dille anlatır. Var olan bilgilerin üstüne yenilerinin de eklenmesi gerektiğini düşünen Necip Fazıl, bu büyük bahsin öne çıkan isimlerinin hikâyelerini kaleme alırken gelecek nesillere de yol gösterir: “Siz de ekleyin, dile getirin!”

Bugün Dersim ve 12 Eylül arşivlerini okuyan, şahitlerini dinleyen Türkiye, tarih kitaplarında yer bulamayan İstiklâl Mahkemeleri’ni de yeniden konuşuyor. Zira idamlar neticesinde hapishanelerde hayatı bitirilen ya da sürgüne gönderilen bu insanların hayatları ve geride bıraktıkları hâlâ tarihin karanlık sayfalarında yer alıyor. Üstad Bediüzzaman Said Nursî de aynı yargılama sürecinde idam edilmese de 1926’dan 1934’e kadar insanlarla irtibatı kesilir, kuş uçmaz kervan geçmez bir dağ köyü olan Barla’da göz hapsinde tutulur. Bizler bu dönemin en meşhur şahsiyeti İskilipli Atıf Hoca’nın hayatını Mesut Uçakan’ın çektiği ‘Kelebekler Sonsuza Uçar’ filminden ve hakkında yazılan kitaplardan az da olsa biliyoruz. Fakat ya diğerleri? Onlar hakkında neler biliyoruz?

Saydığımız isimlerin hikâyelerine geçmeden önce İstiklâl Mahkemeleri’nin tarihçesini kendi şartlarında okumaya çalışmak istiyoruz. Çünkü Millî Mücadele dönemi ve sonrası Anadolu halkı için maddî ve manevî her açıdan zorlu bir süreci içerir. Bu sebeple yurdun dört bir yanında düşmanla mücadele eden Ankara hükümeti, meşru sınırları çizmek için uğraşır. Bu sırada huzur ve güvenliği sağlamak, asker kaçaklığının önüne geçmek, düzenli orduyu kurmak için merkezi otoriteyi gerçekleştirecek bir metot aranır. Otorite için devrim yöntemleri çare görülür. 29 Nisan 1920’de Mehmet Şükrü Bey’in TBMM’ye verdiği önergeyle ‘Hıyanet-i Vataniye Kanunu’ kabul edilir. Tehdit unsuru sayılan hareketlere karşı daha sıkı tedbir almak isteyen Dr. Tevfik Rüştü Bey, Mustafa Kemal’e İhtilâl Mahkemeleri kurulması için bir öneri verir. Özel kanunla belirlenen mahkemenin adı daha sonra İstiklâl Mahkemeleri olarak değiştirilir. Genelkurmay Başkanı İsmet Paşa da 14 İstiklâl Mahkemesi kurulması için öneride bulunur ve mahkemeler Temmuz 1921-Ekim 1923 tarihleri arasında çalışır. İlk olarak Kastamonu, Konya, Samsun ve Yozgat’da kurulir ve 17 Şubat 1921’e kadar yaklaşık beş ay kadar çalışır. Bu dönemde casus, bozguncu, eşkıya, hain, asker ailelerine tecavüz edenler en ağır şekilde cezalandırılır. Çerkez Ethem, Atatürk’e suikast, komünist kuruluşlar gibi davalara bakılır. Sonuçta 54 bin insan yargılanır, 1054 insan idam edilir, 43 bin kişi ise sürgün ve hapis cezası alır.

1923’te tekrar açılan ikinci dönem İstiklâl Mahkemeleri, 1927’ye kadar faaliyet gösterir. Bu mahkemelerdeyse asker kaçakları, Kurtuluş Savaşı’nda düşmana yardım edenler ve isyan çıkaranlar yargılanır. Mahkeme, 29 Haziran 1925 tarihinde Diyarbakır’da Şeyh Sait ve 46 destekçisini idam eder. Sonrasında ise Cumhuriyet’in ilanını eleştirenleri, hilafet ve saltanat propagandası yapanları yargılamak için İstanbul ve Ankara İstiklâl Mahkemeleri kurulur. Ulusal otoriteyi sağlamak için kurulan bu mahkemeler bir süre sonra binlerce masum ve mazlum insanın idam edildiği bir yapı haline gelir. Ankara İstiklâl Mahkemeleri’nin Başkanı Ali Çetinkaya nam-ı diğer Kel Ali, savcısı Necip Ali Küçüka ve üyesi Kılıç Ali’dir. İşte bu ‘Üç Ali’, yapılan birçok haksız yargılamayla hafızalara kazınır. İstiklâl Mahkemeleri’nin en temel özelliği ise yargılananların itiraz yani temyiz hakkının bulunmamasıdır. Mahkemelerde yargılananların birçoğu aynı gün içerisinde tutuklanır, yargılanır, cezalarını alır ve idam edilir. Ali Çetinkaya’nın Ankara İstiklâl Mahkemesi ceza dağılım cetveline göre vicahen, gıyaben ve müeccelen verdiği idam kararlarının toplamı 2470’tir. Salben (asılarak) gerçekleştirilen idamlarda kadrolu olarak görevlendirilen Keskinli Cellât Kara Ali, Tanin gazetesinde kendisiyle yapılan bir röportajda: “Ben Ankara’da 6128 kişinin sehpada ipini çekmişim.” der.

Birçok âlim ve münevver insan idam edilirken dillerinde sadece duaları vardı. Geride ise memleketini terk etmek ya da soy ismini değiştirmek zorunda kalan aileleri. Şimdi, mağdur olan binlerce kişiden sadece birkaçının yaşadığı trajediye ayna tutalım…

HEM DİN ÂLİMİ HEM

AKTİVİST: İSKİLİPLİ ATIF HOCA

Cellâdı Kara Ali midir bilinmez ama bu dönemde idam edilenler arasında öne çıkan ilk isim şüphesiz 82 yıl sonra mezarı bulunan İskilipli Atıf Hoca’dır. Fatih Dersiamı, medaris müfettişi, Kabataş idadisi Arapça öğretmenliğinin dışında hem fikir üreten hem eylemlere katılan bir aktivisttir o. Aynı zamanda 15 Mayıs 1919 İzmir işgalini Beyoğlu’ndaki İngiliz elçiliğinde protesto eden ilk aydın, Milli Mücadele’yi canı yürekten destekleyen bir vatanperverdir. Bediüzzaman, Mehmet Âkif, Ahıskalı Ali Haydar, Eşref Edip ve Ali Şükrü ile birlikte aktüel yazılar yazar. Batılılaşmayı eleştiren ‘Frenk Mukallitliği’ kitabını Şapka Kanunu’ndan tam 18 ay önce yazdığı halde, söz konusu kanuna muhalif olduğu gerekçe gösterilerek 7 Aralık 1925’te evinden alınarak Ankara’ya gönderilir. “Baba beni kimlere bırakıp da gidiyorsun?” diye ağlayan kızı Ayşe Melahat, babasını en son o gün görür. 3 Şubat 1926 tarihinin gecesinde İskilipli Atıf Hoca dört sayfalık savunmasını hazırlar. Rivayete göre ranzaya yaslandığında Peygamber Efendimiz’i (sav) rüyasında görür. Resûlullah’ın “Atıf, neden bize kavuşmayı erteliyorsun?” hitabıyla uyanınca savunmasını yırtıp atar. Dört gün içine sıkıştırılan dört duruşmadan sonra 4 Şubat 1926’da eski meclisin önünde Babaeski Müftüsü Ali Rıza Efendi ile birlikte asılarak idam edilir. Yıllarca baskı altında kalan akrabaları da resmî platformlarda İskilipli Atıf’ın adını ağızlarına alamaz, köylerini terk eder. Birçoğu gibi naaşı ve mezarı ailesinden saklanır. Kabri, daha 2009’da eski Hatay Milletvekili Mehmet Sılay tarafından bulunur, cenaze namazı kılınır.

ŞEYH ESAD ERBİLİ HAZRETLERİ

Anne ve baba tarafından seyyid olan Erbilli Şeyh Esad Efendi’nin dedesi Şeyh Hidayetullah Efendi, Mevlânâ Halid-i Bağdadi Hazretleri’nin Erbil Halifesi’dir. Hem Nakşî hem de Kadiri icazeti alan bir âlimdir. 1883’de İstanbul’a gelir. Fatih Camii’nde ders okutur. Ünü kısa zamanda yayılan Erbilî Hazretleri’ni Abdülhamid Han’ın damadı Halid Paşa saraya davet eder, sohbetlerinden istifade eder. İstanbul’da bütün tarikatları aynı çatı altında toplayan heyetin isteğiyle Şeyhler Heyeti’nin reisi seçilir. Cumhuriyet’ten sonra bir kenara çekilir, zikir ve ayini terk eder. Yalnız ilmî ve dinî sohbetler yapar. 1925’te İstiklâl Mahkemeleri ile başlayan rüzgâr onu da içine alır. Zira 1930’da özellikle Nakşîler aleyhinde kampanyalar başlar. Menemen olayında ise bir numaralı suçlu olarak gösterilir. Başlarına gelecekleri fark eden oğlu Ali Efendi babasına, “Babacığım, ben havayı beğenmiyorum. Etrafımızda uğursuz gölgeler dolaşıyor. Evimiz ve sokağımız tarassut altında. Bir tedbir alalım. Mesela köşkteki kalabalığı dağıtalım, onları memleketlerine gönderelim. Biz de göz önünden silinelim.” der. Esad Erbili Hazretleri ise acı bir tebessümle şu cevabı verir: “Allah’ın takdiri neyse o olacaktır. Bana öyle geliyor ki, ok yaydan çıkmış ve hakkımızda karar alınmıştır. Yani tedbir zamanı geçmiştir.” 23 Aralık 1930’da tutuklanır, Menemen’e sevk edilir. İdam talebiyle yargılanır fakat o sırada yaşı 90’ı geçtiği için yürümekte bile zorlanıyordur. Cezası müebbede çevrilir. Oğlu Ali Efendi ise idam edilir. Üremi tedavisi için Menemen’e askerî hastaneye gönderilir. Tedavisi devam ederken 4 Mart gecesinde vefat eder. İddialara göre damar içi enjeksiyon ile zehirlendiği söylenir. Cenazesi ailesine verilmez, Menemen’de defnedilir.

MEVLEVÎ İBRAHİM HAKKI EFENDİ

Boranın ortalığı kavurduğu bu dönemin başka bir şehidi de Mevlevî İbrahim Hakkı Efendi’dir. Erzincanlı Mevlevî Şeyhi İbrahim Hakkı Efendi, vaaz ve eserleriyle halk arasında çok sevilen bir ilim adamı, Sultan Abdülhamit ve Reşad döneminde saray vaizidir. 1915’de Erzincan ve çevresinde topladığı Mevlevî gönüllüleriyle gittiği Kanal Savaşı’ndaki mücahitlerdendir. Cevval biri olarak bilinir. Atıf Hoca’nın idamından 4 ay sonra Erzincan’a gelen İstiklâl Mahkemeleri, Ankara’dan aldığı emirle İbrahim Hakkı Efendi’yi arar ama bulamaz. Gıyabında gerçekleşen tek celsede, asılarak idam kararı çıkar. Bu sırada Kemah’taki köyünde olan İbrahim Hakkı, askerlerin geleceği gün rüyasında Peygamber Efendimiz’i (sav) görür ve ailesiyle helalleşir. Sabah ezanı okunduktan sonra namaza durur. İkinci rekâtta secdede ruhunu Rahman’a teslim eder. Hakkında arama emri bulunduğu için oğlu babasının vefatını jandarmaya haber verir. Seyyar mahkeme doğrulatmak için bir heyet gönderir. Mezarın açılmasını isteyen askere köylü karşı çıkar ama beş gün önce defnedilen cenazenin yüzü açtırılır, köylüye onaylatılır. Kefeniyle birlikte çıkarılan cenaze kurulan darağacında asılır. Kemah Nahiye Müdürü’nün “Adamcağız zaten ölmüş niye asıyorsunuz?”sorusuna verilen cevap şöyledir: “Mahkeme asılarak idamına karar vermiş. Biz kararı yerine getiriyoruz.”

‘VERGİ DE VERECEĞUZ, SERPUŞ DA GİYECEĞUZ’

Rize’de ise başka bir vahim tablo vardır. Modernleşmenin simgesi olan şapkayı giymek istemeyen kentin kıyıları bomba altında bırakılır. Bu görev ise Balkan Savaşları’nın ünlü Hamidiye zırhlısına verilir. İki gün süren top atışından sonra Rize’ye gezici İstiklâl Mahkemesi gelir. Top atışıyla ölen ve yaralananların dışında 143 kişi bu mahkemede yargılanır. Bir günde yapılan yargılamada 8 kişiye idam cezası verilir ve infazlar gerçekleştirilir. 55 kişi de farklı hapis cezalarına çarptırılır. Bu ailelerin birçoğu korkudan soyadlarını değiştirir. Köylüler o gün söyledikleri bir deyimle yaşananların ironisini de ortaya koyar: “Atma Hamidiye atma, vergi de vereceğuz, serpuş da giyeceğuz.”

‘BENİM ADIM MAŞALLAH!

ŞAPKA GİYMEM İNŞALLAH!’

Kurtuluş Savaşı’nda kahramanlığıyla bilinen Maraş’ta ise Cuma namazından sonra halk şapkayı protesto eder. Halkı kuşatan asker camiye sığınanları teslim alır. Tutuklanan 63 kişi zincirlenerek Adana’ya sevk edilir. Mahkûmlar öyle bir haldedirler ki biri düşse hepsinin canı yanar. Adana’da kaldıkları hücrede ise hayvan bile barınamaz. Bu muamele sebebiyle tutuklu Maraşlılar, Milli Mücadele döneminde başlarına taç ettikleri mahkeme reisi Kılıç Ali’ye “Şimdi bizi bu pislik kuyusuna atmayı nasıl reva görüyorsunuz?” der. Kılıç Ali’nin cevabı ise “Sabırlı olunuz, yakında hepinizi kurtaracağım.” olur. Ama tutukluların birçoğu idam edilir. Aralarında ise ağzından eksik etmediği ‘Maşallah’ kelimesiyle bilinen Maşallah Ali Efendi’ye son kez şapka giyip giymeyeceği sorulur. Ali Efendi şehadet getirdikten sonra şöyle der: “Benim adım Maşallah! Şapka giymem inşallah!”

Habere Necip Fazıl’ın tavsiyesiyle başladık, bu süreci anlatan ve başka da söze gerek bırakmayan bir cümlesiyle bitirelim istiyoruz: “Bunların hikâyesini anlatmak ve dinlemek bile bana giran geliyor, azap veriyor. Zulüm gölünün neresinden bir bardak veya bir yüksük su alınsa tahlilleri birbirinin aynı çıkar.” a.tosun@zaman.com.tr

KAYNAKÇA: Necip Fazıl Kısakürek–Son Devrin Din Mazlumları, Mehmet Sılay-İskilipli Atıf Hoca, Ahmet Turan Alkan-İstiklâl Mahkemeleri ve Sivas’ta Şapka İnkılâbı Duruşmaları, M. Çetin Baydar–Şapka

İstiklâl Mahkemeleri’nde idam edilen tek kadın

İstiklâl Mahkemeleri’nde birçok insanın şapka yüzünden asıldığı bilinir ama biri var ki onun hikâyesine akıl sır erdiremiyor insan. 24 Kasım 1925’te Kahramanmaraş’ta kurulan 23 darağacında bir de kadın vardır: Şalcı Şöhret Bacı. Erzurum’da yetim çocuklarına bakmak için el işi şal örüp çarşıda satan bir annedir o. Devlet birden şapka giymeyi emredince, yayılan dedikodularla birlikte Maraş halkı protesto amacıyla şehir merkezine doğru yürüyüşe geçer. O esnada kadınlar hamamından çıkan Şöhret Bacı’ya “Senin oğlanlar hükümeti taşa tutuyor, git onlara sahip ol.” der biri. Fevri bir kadındır Şalcı Bacı. Bohçasıyla hamamdan dışarı fırladığı gibi hükümet konağının önüne gider. Asker ve halk arasında sürtüşme olduğunu görünce evlatlarını aramaya başlar. Bulamayınca, oğullarını askerlerin teslim aldığını düşünür. Annelik duygusuyla bağırarak bohçasındaki takunyaları askerlere fırlatır ve şapka hakkında kötü sözler sarf eder. Ne olduğunu anlamadan tutuklanır, yargılanır ve 22 erkekle birlikte asılır. Rivayete göre, “Ben hatun kişiyim, şapkayla ne işim olur?” dese de dinletemez kimseye. İdam edilirken kadın olduğu anlaşılmasın diye başına çuval geçirilir. Bu süreçte idam edilen ilk ve tek kadın olur.

 
.
Kategoriler:Uncategorized Etiketler: